Enter your email Address

Çarşamba, Mayıs 28, 2025
  • Kurmancî
  • Türkçe
nuceciwan2@gmail.com
Nûçe Ciwan
  • Anasayfa
  • Haberler
    • Kurdistan
      • Bakur
      • Başûr
      • Rojhilat
      • Rojava
    • Ortadoğu
    • Avrupa
    • Dünya Çapında
  • Derinlik
    • Analiz
    • Röportajlar
    • Açıklamalar
    • Dergiler
  • Gençlik
    • Genç Kadın
    • Kürdistan Gençliği
    • Öğrenci
    • Avrupa
    • Enternasyonal
    • Eylemler
    • Kültür Sanat ve Spor
    • Werin Cenga Azadiyê
  • Önemli Başlıklar
    • Önder Apo
    • Şehitler Anısına
    • Devrimci Halk Savaşı
    • Kimyasal silahlar
  • Özel
  • Tüm Haberler
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Nûçe Ciwan
  • Anasayfa
  • Haberler
    • Kurdistan
      • Bakur
      • Başûr
      • Rojhilat
      • Rojava
    • Ortadoğu
    • Avrupa
    • Dünya Çapında
  • Derinlik
    • Analiz
    • Röportajlar
    • Açıklamalar
    • Dergiler
  • Gençlik
    • Genç Kadın
    • Kürdistan Gençliği
    • Öğrenci
    • Avrupa
    • Enternasyonal
    • Eylemler
    • Kültür Sanat ve Spor
    • Werin Cenga Azadiyê
  • Önemli Başlıklar
    • Önder Apo
    • Şehitler Anısına
    • Devrimci Halk Savaşı
    • Kimyasal silahlar
  • Özel
  • Tüm Haberler
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Nûçe Ciwan
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Anasayfa Haberler

“Mezar”

15/04/2021 - 0:05
içinde Haberler, Manşet, Toplumsal, Tüm Haberler
Reading Time: 16 mins read
A A
“Mezar”
PaylaşTweetle

HABER MERKEZİ – 

“Mezarıma yalnızca bitmemiş bir şarkının pişmanlığını götüreceğim” N. Hikmet

Birinci gün

Yağmur gibi mermiler yağıyordu. Yıl 2000. Kandil sahasının Tepe Şıkêr denilen bir yerinde eylem içindeyiz. Bir karartı görmüş, ardından timdeki arkadaşlara haber vermeye çalışırken kendimi hatırlamaz, çevremi hatırlamaz olmuştum. Bir mermi kafanızı delip, sizi hayattan uzaklaştırdığında fazla acı çekmezsiniz. Bu bir anda olur ve bütün hayattan ayrılırsınız ya da kalbinize deyip vücudunuza dolaşan kan durduğunda, yine aynı şeyi büyük ihtimale yaşarsınız. Bu anları seven, oraya koşan anlar varmış savaş içinde. Hayatı çok sevdiğiniz bir anda bile yarı şuur kaybı denilen şey bir değirmen taşı gibi yakınıza yapıştığında, bu anlatılan şeylerin olmasını çok istersiniz. Bütün hayatınızın birkaç saat içinde belleğinizde toplandığında, ayrılmak istemediğiniz şeyler üst üste geldiğinde, ne kadar da fazla şeylerim varmış gibi bir duygu yaşarsınız. Belki de dinlerde geçen Azrail meleğinin insan ruhunu almaya çalıştığı anlar, böylesi uzun süren bir pazarlık oluyor. Ruh, ayrılmak istemediğiniz şeylerin başka bir ismi oluyor; enerji gibi bir anda yoğunlaşan hayatın kendisi anlamına geliyor. Enerjileşmiş hayat ta olabilir. Ölüm ve yaşam arasında bir yerde durmak ve bunları anlatmaya çalışmak çok zor bir şeydir. O anlarda ne kayboluyor denilse, ruhunuzu bir kalıba sokan zamanın kaybolduğunu demek yanlış olmaz. Zaman kayboluyordu. Zaman kaybolunca aynı şekilde bastığınız yerlerinde bir anlamı kalmıyordu. Zaman ve mekan yaşanılan an oluyormuş. Onun için anı bir anı gibi anlatmak, çok zor bir şey olacaktır.

Mermilerin tam olarak nereme değdiğini kestiremiyordum. Ama korkunç bir hafiflik yaşıyordum. Hafifliğe kanıp ayağa kalkmak istediğimde bin yıl kadar uzun bir zaman içinde orada kalacağım bir ağırlık hissediyordum. Hafiflik ve ağrılık arasında adeta tutsak olmuştum. Sanki bir şeyler hayatın bu olduğunu bana söylüyor, beni yatıştırmak istiyordu. Mekana çarmıh gibi çivilenmeme rağmen ruhum hafiflemiş, adeta uçmak istiyordu. Beden ve ruh sanki çok tezat şeylermiş gibi ayrı uçlarda durması, belki de bedenden ayrılmak istemeyen ruhun bedeni kaldırma istemiydi. Beni kah kandırıyor, kah yerde duran bedenin ebediyete kadar orada kalacağına inandırıyordu. O anlar düşüncenin ruh ile “ki anlatıldığı biçimiyle” çok yakın ilişkisi olduğuna inandım. Aslında, beni yanıltan ruh idi. Bedenimin arkamdan gelmeyeceğini her kıpırdadığımda anlıyor, tekrar ona teslim oluyordum. İki acı hissediyordum. Birincisinde kalbimin dirhem dirhem kan kaybettiğini biliyor, içine çok keskin olan bir sızının varlığını anımsıyordum. Diğerinde ise tenime vuran soğuğun buz gibi etkisiydi. Kanım azaldıkça donmaya doğru gidiyor, içimden dışarıya vuran bir soğukluk hissediyordum. Bazen yansımaları görebiliyor, gözlerimin içindeki ışığın son savaşı gibi düşünüyordum. Meğer çok sonraları öğreneceğim ki bu ışıklar patlayan doçkaların bana doğru gelen mermi ışıkları imiş. Sesleri hatırlamıyorum. İçimde beni esir alan bir dehliz gibi nereden gelen sesler olduğunu anlamadığım bir gürültü vardı. Sesler fazlasıyla beni meşgul ediyorken, kelime ve harflere dökülmeyen bu sesler bir karmaşanın çıkardığı tarifsizlikten başka bir şey değillerdi.

Bu iç kaos böylece devam edip durdu. Bazen kendimi bir mezbahada hissediyor, fazlasıyla kirlenmiş bedenimden uzaklaşmak istiyordum. Bütün kokular burun deliklerime saldırıyor, içim dışım bir olmuş gibi kendimden kaçmak istiyordum. Bir denizde alabora olacak bir gemi gibi bir şeyler beni batırıyor, kanın içine çekmek istiyordu. Adeta kendimle boğuşuyordum. Nedenini sonraları öğrenemediğim bir şekilde her yerimi kana bulaştırıyor, sürme vurulan koçlar gibi bütün bedenimi kan revan içinde bırakan hareketler yapmıştım. Soğuk arttıkça tenimde donan kanlar beni rahatsız ediyor, sanki alçılanmışım gibi nefesimde darlık yaşıyordum. Boğulacak gibi oluyor, bu kan aksa kendime gelirim diye yalancı bir duygu yaşıyordum. Ölüme, yaşayabilme yanılgısıyla yakınlaşıyor, ölümü yaşama aslında yeğliyordum. Kan aksaydı ölebilirdim. Nefes alma istemi belki de ölüme giden bir yoldu. Çok güçlü bir itki ile kendime geldiğimde havanın açılmaya yüz tuttuğunu görmüştüm. Bütün sema kızıla boyanmış, rüzgar bile sanki kırmızı bir hava estiriyor; her şeyi kıpkırmızı gören bir ruh halini yaşıyordum. Derinden gelen bir refleksle yerimden kıpırdamak istemiş, ulu bir meşe ağacının derinlere gitmiş kökleriyle kaldırılmasına benzer bir halde yerimden hareket edebilmiştim. Büyük bir güç beni itiyor, mutlaka görmem gereken insanların beni beklediği gibi bir şeyler düşünüyordum. Sanki bin yıl onlardan ayrılmış, uzak düşmüştüm. Kendimi dünyanın uç bir yerinde hissediyor, bir kutuptaymışım gibi her şeyden kopmuşçasına yabancılık çekiyordum. Sanki bütün bu acılar bunun bir nedeniymiş gibi kimsesiz bir şekilde kalmış olmanın üzüntüsünü yaşıyordum.

İlerlemiştim. Dirseklerimi yere vererek ayak dizlerimle denge kurmaya çalışıyor, öylece ilerliyordum. Ara sıra göğsüme çarpan kayalıklar yaramı acıtıyor, nefesim kesiliyor gibi oluyordu. O zaman yaramın yerini fark etmiştim. Göğsümde sanki bir şeyler var gibi iç organlarımı sıkıştırıyordu. Midem bulanıyordu. Ellerime baktığımda sol elim boksör eldiveni giyinmişçesine kandan bir topuza benziyordu. Ellerim ağırlaşmıştı. Ne kadar süredir ilerlediğimi kestiremeden dik bir yamacın başına gelmiştim. Aşağıda su sesi geliyordu. Suya hasret bir kervancı misali bir hamle yapmaya çalışırken yuvarlanmış, dengemi kaybetmiştim. Aşağıya kadar bir tekerlek gibi dönmüş, öylece kaymıştım. Ne kadar çalı, çırpı; taş, kaya var bilmeden çarpa çarpa durmuştum. İçimden gelen bir kuvvetle su içmemek gerektiğini duyumsamış, sadece başımı suya koyarak ıslatmış, sol elimi yıkamaya çalışmıştım. Etten çekilen kemik parçaları gibi kan içinden beyaz beyaz gözüken kemiklerime baktığımda kendimden geçmiştim. Uyanık mıydım, baygın mıydım? Bilmeden, acayip şeyler görüyor, uzaklaşmam gereken ya da kopmuş olduğum ne kadar şey varsa yanımdan geçiyor, beni çağırıyorlardı. Sanki birileri beni sütten kesiyor, anne sütünü emmemi engellemeye çalışıyordu. Bu bildiğim bir anıydı. Ama yine tekrarlanıyordu. Kaç yaşında olduğumu bilmeden, birileri “ayıptır kocaman adam olmuş hala süt istiyorsun” diyordu, ama sanki beni hayattan koparıyordu.

İkinci gün

Bakır bir tepsi gibi üstümde duran bir şeyin altında kendime gelmiştim. Ay ışığı dolunay zamanını yaşıyordu. Dondurucu bir soğuk vardı. Başı kesilen bir canlının kendi yerinde boğuşmasına benzer bir biçimde altımdaki çakıllar içinde sanki resmimi yapmıştım. Altıma su akmıştı. Sırılsıklam olmuş, ağırlığım iki katına çıkmıştı. Bilindik yürüyüş haliyle yürümeye devam etmiştim. Bir araba yoluna girmiş, sürüngen gibi toprağı yalayarak yoluma devam etmiştim.

Yol zikzaklar çizerek Kandil’de çok tanınan Şehit Harun noktasının karşısında duran tepenin başına çıkıyordu. Biz ona Tepê Şewıti diyorduk. Kaç gün önce arkadaşlar tepeyi ele geçirmiş, tepede duran arabayı yaktıkları için tepeye bu ismi vermişlerdi. Tepe biraz yüksekti. Tabii bana daha fazla yüksek gelmiş, yol bitiyorum demez olmuştu. Adeta yolu santim santim hesaplıyor, bedenim altındaki her toprak tanesini sayıyor hale gelmiştim. Çok yol kat ettiğimi sanırken aslında hiç de fazla yürümüyordum. Ağrılar içinde ilk defa yorulduğumu hissetmiş, kandan çok terin kokusunu alır olmuştum. Ter sanki yaşamdı. Tere sevinmek alışık bir şey olmasa da, bana hayatı hatırlatmıştı. Aşırı yorulmuştum. Kalp vuruşları artıkça ağrılarım azıtıyor, yaramdan bedenimi ıslatan sıcak bir şeyler akıyordu. Kan geliyordu. Yaradan kan aktıkça şuurum azalıyor, gökyüzü etrafımda dönüyordu. Midem tekrar bulanmaya başlamış, kendimden geçmiştim.

Üçüncü gün

Güneş bir yerlerden doğmuştu. Israrla güneşin nereden doğduğunu hatırlamaya çalışıyor, hatırlamamanın getirdiği öfke yaralarımı deşiyordu. Ağır düşündükçe yaralarım ağrıyordu. Beynim ağırlaşmıştı. Tam olarak nereden geldiğimi hatırlamıyor, Sırt üstü uzanmak istiyordum. Bütün bedenim toprak, kan karışımı bir renge bürünmüş; elbiselerim üç dört kat daha kalınlaşmıştı. Elim eski haline gelmişti. Kan pıhtılaşmış, büyük bir baş hayvanın karaciğerini andıran bir şeye benzemişti. Saçlarımın bile sertleştiğini hissediyor, sanki kafamı sıkıştırırcasına ona takılmış bir kasketi anımsatıyordu. Sağ ayağım şişmişti. Ayağımın da yaralandığını o zaman fark etmiştim. Yürümeliydim. Yürümesem sanki hayatım sonlanacak gibi bir duyguyu yaşar olmuştum.

Maratonun son noktasına yakındım. Ölsem de arkadaşların içinde ölmeyi isteyen karmaşık şeyler düşünüyordum. Havanın renk değiştirmesi ile ya sabah, ya da ikindi vakti olduğunu düşünsem de ikisinden hangisi olduğu hakkında bir hükme varamıyordum. Güneş yavaş yavaş batıyordu. Akşam olmalıydı. Yürümek için tekrar kendimi zorlamaya çalıştım. Sürünerek yavaş yavaş yol almaya başladım. Tepenin başına yaklaşmıştım. Burnuma keskin bir duman kokusu geliyordu. Gayret etmeliydim. Rüzgar yavaş yavaş gürleşiyor, kendimi ondan koruyacak bir siper hayal ediyordum.

Saddam zamanlarından kalma eski bir mevzii gözüme çarpınca, oraya doğru sürünerek yol aldım. Mevziiye girdiğimde içimde beni sanki yıllarca yatmamış gibi bir uyku sarmış, bedenim ağırlaşmıştı. Zaten her zaman yatmak istiyor, ancak bu yatma beni yaşamdan kopartır diye biraz da korkuyordum. Hem yatmak istiyor hem de istemiyordum. Bu ikilem içinde gidip gelen bir ruh hali içinde kendimden geçmiştim.

Dördüncü gün

Yakınımdan gelen bir ses ile uyanmıştım. Başımı kaldırdığımda sağ tarafıma düşüp yaklaşık on metre ötede olan bir mevziiden duman yükseliyordu. Sevinçten uçar gibi ayağa kalkmak istemiş, ancak göğsümden akan kan ile tekrar oturmuştum. Bütün iç organlarım adeta göğüs kafesinden çıkmış, içim boşanmıştı. Sevinç yaralarımı adeta tazelemiş, kanı harekete koymuştu. Göğsüm yine ıslanmış, hafif bir sıcaklık yayılmıştı. Islaklık sanki bir ağrı gibi acı veriyor, kemiklerimi sızlatıyordu. Ama yine de umurumda değildi. Sonunda arkadaşlara yetişmiş, hedefime ulaşmıştım. Yavaş yavaş ilerledim. Mevziinin duvarına yaslanmış iki baş gözüküyordu. Onları çağırmak istesem de sesim çıkmıyor, adeta içime geri dönüyordu. Mevziinin dibine kadar yaklaştığımda beni fark etmişlerdi. Önce şaşırmış, biraz heyecanlanmışlardı. İnsan olmaktan çıkmıştım. Elbiselerim parçalanmış, yüzümden ayaklarıma kadar her yerim kan içindeydi. Mevziide olan iki bayan arkadaştı. Biraz yeni olacaklar ki ne yapacakları konusunda biraz şaşkınlardı. Şaşkınlıklarını üzerlerinden atar atmaz bir bayan arkadaş beni kaldırmaya çalıştığında, bağırmış beni bırakmasını söylemiştim. Ateşin kenarında bir battaniyeye sarıp beni nasıl alacakları konusunda şaşırmışken, ben yavaş yavaş ilerleyip battaniyenin üzerine uzandım.

Adımı merak edip ismimi sorduklarında, “ben Numan” deyince sanki mezardan kalkmış bir insanı görmüşçesine şaşırmış, sonra Numan’ın dört gün önce şehit düştüğünü söylediler. Ateş beni uyuşturuyordu. Yanlış bir şeyler olmalı ki göz bebeklerim kayıyor, göz kapaklarımda demir ağırlığında bir şeyler çöküyordu. Ateş beni gevşetmiş, bütün yaralarımdan kan fışkırtmıştı. Yine kendimden geçmiştim. Gözlerimi açtığımda başucumda Ferhat Mardin arkadaş duruyordu. Ciğer yapmış, kalkmamı beklemişlerdi. O an öylesine içim sigara çekmişti ki, ilk istediğim şey sigara olmuştu. Bütün tabur üzerimde toplanmış, mezardan kalktığımı söylüyorlardı. Bütün batı cephesi beni şehit biliyordu. Birlikte saldırıya gittiğimiz arkadaşlar, üzerimdeki silahı almış, yuvarlandığım için beni görmeyerek şehit düşmüş kararına varmışlardı. Silah paramparça olmuştu. Silaha en az on mermi değmiş, en büyük yeri mekanizması kalmıştı. Silahımı bana gösteriyorlardı. Üzerinde hala kan vardı.

“Mezarda duran arkadaşı tanıyor musun?” sesi ile kendime gelmiş, bu uzun dalmama bir nokta konulmuştu. Mezar taşına baktığımda üzerinde sicilim hala yazılıydı. Birçok dergi ve gazete de isim öyle çıkmış, şehit ilan edilmiştim. MEDYA TV’de bile adım Güney şehitlerinin en başında çıkmıştı. Bambaşka bir öykü konusu olan sonraları gerçekten sanki mezardan kalkmış, o duyguları yaşamıştım. 2009 yılının sonbaharında mezar taşımı görmüş, bu taş on yıl öylece kalmıştı. Mezarda yeni katılıp şehit düşen Numan isimli bir arkadaş yatıyordu, ancak sicil benimdi. Yaralanma anı kadar düşüncemde beni boğuşturan şey onca şehidin ardından isimle olsa bile, bu kadar yıldan sonra sicilime baktığımda sanki gerçekten o tarihte şehit düşmüş, 2000’den sonra yeni katılmıştım.

Hayat o kadar izafi bir şey ki savaş, şehadet ve yaşam arasında bir denge kurmuş olmanın yarattığı kişilik biçimi zaman ile değişebiliyor. Normalitenin çok üstünde olan o anlar için şimdiden bir şeyler söylemek çok zor. Bir rüzgar kadar hafif düşündüğün ölümü, gerektikçe olmayı kuran bir dengenin ölçüsünü kurmak her zamanda aynı anlamı taşımıyormuş. Şairlerin o anlar için söylediği sözler ve yaptığı betimlemeler şu anki yaşam ile kurulmuş bir anlam ilişkisinden başka bir şey değildir. Nazım Hikmet’in şu sözü gerçekten çok hoştur. “Mezarıma yalnızca bitmemiş bir şarkının pişmanlığını götüreceğim” dediği söz, Che için söylenmişti. Gerektiği anda verilmiş bir ölüm kararının öncesinde mütevazı bir devrimci söz, devrimci şiir… Onu yaşamak, ölüp dirilmek arasında çıkarılacak böyle bir sözün muhasebesini yapmak, mezar başında aklıma gelen şeyler olmuştu. Biz borçluyduk. Ölüm düzeyinde hayatı sorgulamak zor bir şeydi. Kendi kendini anmak bendeki anılarda yer alan beni düşünmek gibi bir şeyler yaşamıştım. Bu şiir benim için çok fazla idi. Bitmemiş şarkı her devrimcinin ruhunda yer alan bir sızı gibi itiraf edilip söylenmese de, şairlere bırakılan bir görev olarak bilinir. Hani bir zamanlar bir şairin dediği gibi: “bu nasırlı ellerle yaratılan o görkemli bayrama kimse fark etmese de ben de katılacağım/ o haberi mezar toprağına işleyen yağmurdan alacağım,” diye. İşte bu şarkıyı şairler söyleyebilirdi. Devrimcilerin buna hakkı yoktu. Çünkü bu şarkı asla bitmez. Bitmediği, o anda çok açıktı.

Hafif bir yağmur yağıyordu. Kandil şehitliğine sicil yenilemek için çağrılmıştım. On yıl kadar bir zamanda mezar taşında benim sicilim yazılı kalmıştı. Fotoğraflar vurulacağı anda tesadüfen beni tanıyan bir arkadaş sağ olduğumu, sicilin yanlış olduğunu söylemiş. Düzeltmek için işte oradayız. Kama ile mermer taşına hafiften vurulup küçük parçalar şeklinde düşen mermer tozları içinde adım ve sicilim düzenleniyordu. O an Rojava’dan bir grup aile şehit düşen çocuklarının mezarlarını görmek için şehitliğe gelmişti. Ağır bir kamera çekiminin görüntüsünü andıran bir vaziyette anneler şehit arkadaşların mezar taşlarındaki fotoğraflara bakıyorlardı. Biz ise benim sicilimin olduğu mezarın başındaydık. Bir anne fotoğrafa baktığında yüzü simama rast gelince bir fotoğraf bir bana bakmaya başlamıştı. Şehidin ne zaman katıldığını? Ne zaman şehit düştüğü? Gibi sorular sorup, gözünü yüzümden ayırmıyordu. En sonunda “kim bu arkadaş” dediğinde, benim deyince anne yerinde donmuş, sonra bir yanlışlığın olduğunu anlayaraktan bana sarılmıştı. Bakacakları şehit mabetleri bittiğinde oturma yerine gitmiş, öyküyü kısaca anlatmıştık. Olayı kalplerinde yaratılan şehit ve bizlerin bir bütün olmasına benzetmişlerdi. “Onlar şehit olsalar da, yerlerini tutan binlerce çocuğumuz var” dedikleri sözlerinden sonra kısa bir an farklı konuları tartışmış, öylece ayrılmıştık…

Numan AMED

PaylaşTweetGönderPaylaşGönderTara
Önceki yazı

“Bende gören göz bir halkın gözüdür bende atan yürek bir halkın yüreğidir – I”

Sonraki Yazı

ÖZEL – TC devletine teslim edilmek istenen Nazdar Ecevit açlık grevine başladı

Sonraki Yazı
ÖZEL – TC devletine teslim edilmek istenen Nazdar Ecevit açlık grevine başladı

ÖZEL - TC devletine teslim edilmek istenen Nazdar Ecevit açlık grevine başladı

Kürdistan’da soykırım rejimi kampları

"Kollektif bellek yitimi girdabında toplumsal militarizm"

Manşet

  • Zap şehitlerinin kimlikleri açıklandı
  • Amed’de Kürtçe Kitap Günleri
  • Şeyh Hadi’nin tavuskuşu 11 yıl sonra Şengal’de
  • Almanya’da kurulacak Kürt Üniversitesi’nden açıklama
  • “ ‘Genç Başladık, Genç Başaracağız’ sözünün hakkını her yerde örgütlenerek verebiliriz”
  • Hozat: Savaşçıların elinden silahı ancak Önder Apo alır
  • HPG iki şehidin kimliklerini açıkladı
  • Özel Dosya: Apocu Gençlik Hareketi |2.BÖLÜM

En Çok Okunanlar

  • HPG iki şehidin kimliklerini açıkladı

    HPG iki şehidin kimliklerini açıkladı

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • “ ‘Genç Başladık, Genç Başaracağız’ sözünün hakkını her yerde örgütlenerek verebiliriz”

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Berlin’de Şehit Êrîş Rojhilat Futbol Turnuvası

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Almanya’da kurulacak Kürt Üniversitesi’nden açıklama

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Hozat: Savaşçıların elinden silahı ancak Önder Apo alır

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Zap şehitlerinin kimlikleri açıklandı

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Ruken Bagok: Toplumun, kadınların, gençlerin örgütlenmesini yürüteceğimiz tüm çalışmalarımızın temeli yapacağız

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Şeyh Hadi’nin tavuskuşu 11 yıl sonra Şengal’de

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Amed’de Kürtçe Kitap Günleri

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
  • Özel Dosya: Apocu Gençlik Hareketi |2.BÖLÜM

    0 paylaşımlar
    Paylaş 0 Tweet 0
Şimdi Oynatılan
Nûçe Ciwan

Copyright © Nûçe Ciwan 2018. Tüm hakları saklıdır.

Bizi Takip Edin

  • Telegram
  • Whatsapp
  • Twitter
  • YouTube

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Dil
    • Kurmancî
    • Türkçe
  • Anasayfa
  • Haberler
    • Kurdistan
      • Bakur
      • Başûr
      • Rojava
      • Rojhilat
    • Ortadoğu
    • Avrupa
    • Dünya Çapında
  • Derinlik
    • Analiz
    • Röportajlar
    • Açıklamalar
  • Gençlik
    • Öğrenci
    • Enternasyonal
    • Eylemler
    • Werin Cenga Azadiyê
  • Önemli Başlıklar
    • Önder Apo
    • Şehitler Anısına
    • Devrimci Halk Savaşı
    • Kimyasal silahlar
  • Özel
  • Tüm Haberler

Copyright © Nûçe Ciwan 2018. Tüm hakları saklıdır.