HABER MERKEZİ – Goyî Amed yazdı.
21. yüzyılın ilk çeyreği, ulus-devlet krizinin giderek derinleştiği, merkeziyetçi egemenlik anlayışlarının meşruiyet kaybına uğradığı ve alternatif toplumsal örgütlenme biçimlerinin yoğun biçimde tartışıldığı bir dönem oldu. Bu bağlamda, Ortadoğu’daki halkların yüzyıllık çözülmemiş siyasal ve toplumsal sorunları, özellikle Kürt sorunu, yeni paradigmalara duyulan ihtiyacı daha da yakıcı hâle getirdi. İşte bu tarihsel ve teorik kırılma anında, Önder APO’nun geliştirdiği “Demokratik Cumhuriyet” ve “Demokratik Konfederalizm” kavramları, klasik ulus-devlet modelinin dışına çıkmaya yönelik özgün bir siyasal çözüm çerçevesi sunmaktadır.
Önderliğin paradigması, klasik anlamda bir devlet inşasını değil, toplumsal sözleşmeye dayalı, âdem-i merkeziyetçi, çoğulcu ve katılımcı bir siyasal yapının inşasını hedefler. Ona göre Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde, Kürt halkı başta olmak üzere tüm etnik, dini ve kültürel kimliklerin tanınması ve siyasal temsili demokratik bir çözümün ön koşuludur. Önderlik bu bağlamda şöyle der:
“Ne ayrı bir devlet ne de klasik özerklik; ihtiyacımız olan şey, demokratik siyasetin, yerel meclislerin, halk inisiyatiflerinin güçlendiği bir Demokratik Cumhuriyet modelidir.”
Bu perspektifin teorik temeli, modern ulus-devletin tarihsel olarak hem sömürgeci pratikler hem de kültürel homojenleştirici politikalar üzerinden şekillenmiş olmasına dayanır. Kürt sorunu da bu bağlamda, yalnızca bir “azınlık sorunu” değil, Türk ulus-devlet projesinin inşa sürecinde dışlanan ve bastırılan öznelliğin tarihsel bir sonucudur. Bu nedenle çözüm, yalnızca Kürtlere yönelik kültürel veya yönetsel bazı tavizlerle değil, devletin yapısal olarak yeniden tanımlanmasıyla mümkündür.
Çözüm Kürtlerde başlar, ama Türkler dahil tüm halkları kapsar
Önderliğin bu bağlamdaki önerisi, klasik moderniteyi aşan bir “demokratik modernite” inşasıdır. Bu modernite, kapitalist ulus-devlet ve iktidar merkezli örgütlenme yerine; ekolojik, kadın özgürlükçü ve yerel-demokratik yapılarla örülmüş bir toplum tasavvur eder. Bu yönüyle Önderlik, Gramsci’nin sivil toplum vurgusu ile Bookchin’in komünal konfederalizm fikrini harmanlar. Kürt sorunu çerçevesinde de çözümü, devletin baskıcı aygıtlarında değil, halk meclislerinde ve toplumsal öz-örgütlenmelerde görür.
Demokratik Cumhuriyet modeli ne etnik bir devlet projesidir ne de mevcut ulus-devletin sınırları içinde eritilmeyi kabullenmektir. Aksine, farklılıkların eşit yurttaşlık temelinde tanındığı, devletin değil toplumun merkezde olduğu bir modeldir. Kürt halkı için bu model, aynı zamanda siyasal özneleşmenin meşru ve barışçıl bir zeminidir. Önder APO şöyle ifade eder:
“Kürt halkının özgürleşmesi, Türkiye halklarının da demokratikleşmesinin önünü açacaktır. Bu nedenle çözüm Kürtlerde başlar, ama Türkler dahil tüm halkları kapsar.”
Paradigma sadece alternatif değil, tarihsel bir zorunluluk
Bugün gelinen noktada hem Türkiye’de hem de bölgesel düzeyde bu paradigmanın fiilen inşa edilmeye başlandığı alanlar oluşmuştur. Rojava deneyimi, Demokratik Konfederalizm ’in pratikte ne anlama geldiğini göstermesi bakımından tarihsel bir laboratuvar işlevi görmüştür. Kadın öncülüğünde örgütlenen yerel meclisler, çok dilli-eş başkanlık sistemi ve halk savunma yapıları, ulus-devletin dışına çıkmanın mümkün olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak; Demokratik Cumhuriyet paradigması, Kürt sorununu ulus-devletin sınırları içerisinde boğmak yerine, bu sınırların ötesinde yeni bir siyasal tahayyül geliştirme girişimidir. Bu girişim, sadece Kürt halkı için değil; Türk, Arap, Ermeni, Süryani ve diğer tüm halklar için de yeni bir ortak yaşam sözleşmesi sunmaktadır. Kriz hâlindeki mevcut sistemin sürdürülemezliği göz önüne alındığında, bu paradigma artık sadece bir alternatif değil, aynı zamanda tarihsel bir zorunluluk olarak da karşımızda durmaktadır.



