HABER MERKEZİ- Beritan Harun’un Kaleminden
“Bir eylemin siyasal amacının altında yatan temel ve belirleyici gerçek, işbaşına gelen iktidarın yönelimlerinin ağırlık merkezlerini de doğrudan belirler.
Bu nedenle başta şunu belirtmek gerekir ki; 12 Eylül sömürgeci askeri faşist darbesinin gerçekleştirilmesinde belirleyici rol oynayan, PKK Önderliğinde gelişen Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin önemi ve rolüdür. Kürdistan’daki gelişmeler, TC sömürgeciliğini temellerinden sarsmış ve siyasal, ekonomik, askeri vb. her alanda çözümsüzlüğe ve çözülmeye itmiştir. Bu nedenle faşist cuntanın yönelimlerinin ağırlık merkezi de Kürdistan olmuştur.
12 Eylül darbesinin öncesinde bile yüzbinlerce işçi uzun süreli grevdedir; birçok fabrikada üretim tamamen durmuştur. Enflasyon yükselmiş, halkın alım gücü düşmüş, üretim büyük oranda tıkanmıştır. Siyasal anlamda da büyük bir tıkanıklık yaşanmaktadır. Gösteriler, protestolar, yürüyüşler çığ gibi büyüyüp yayılmakta, her tarafta büyük bir siyasallaşma ortaya çıkmaktadır. Bunların her biri sömürgeci rejimi zorlayan birer etmen olmuştur.
12 Eylül faşist darbesinin dayandığı uluslararası zemin ve bunu doğuran Türk siyasal sisteminin yanında, 1978’den itibaren tezgâhlanan, fakat 1979’da uygun zamanlama yakalanamadığından ve koşullar hazır olmadığından kaynaklı ertelenen 12 Eylül askeri darbesi, esas olarak başta bulunan bazı generaller istediği veya Türk ordusu darbeci bir karaktere sahip olduğu için değil; genelde yaşanan emperyalist bunalım ve çürümüşlüğün bir parçası olarak gericileşen, çürüyen ve dağılmaya yüz tutan Türk burjuva sistemine nefes aldırmak, Kürdistan’da PKK Önderliğinde gelişen ulusal kurtuluş mücadelesini tasfiye etmek ve Türkiye devrimci demokratik muhalefetini ezmek amacıyla emperyalist metropollerde tasarlanarak gerçekleştirilmiştir. Çünkü emperyalizm, o süreçte bölgedeki en büyük dayanağını kaybetmek istememiştir.
Sonuç olarak 12 Eylül 1980 Cuma günü “emir komuta zinciri içinde ve emirle” gerçekleşen bu darbe, Amerika’nın “bizim çocuklar” dediği Kenan Evren ve ekibi tarafından gerçekleştirilirken, darbeden sonra Kürdistan adeta yeniden bir işgal sürecine uğradı. Hem askeri, hem siyasal, hem de kültürel anlamda böyle bir süreç yaşatıldı. Katliamlar, kaybetmeler, yüzbinlerce insanın işkencelerden geçirilmesi ve on binlercesinin tutuklanıp zindanlara doldurulması, günlük olağan bir iş haline getirildi. Bütün bunlarla amaçlanan, PKK hareketini yok etmekti.
Faşist rejim, halkın ulusal kurtuluş sorununu ve bu uğurda geliştirmekte olduğu mücadelesini insanlığın gündeminden çıkarmayı önüne koydu. Zindanlarda öncüye teslimiyet ve ihanet dayatılıp, bununla halkın kurtuluş istemini boğup bitirmeyi hedeflediler. İçerdeki devrimci önderler şahsında Kürt halkının umutları tüketilecekti. Burada amaçlanan ve yapılan plan buydu. Zindanlarda saldırılar yoğunlaştığı oranda öne çıkmaya başladı. İçerdeki devrimci öncüler ne kadar teslimiyet ve ihanete bulaşırlarsa, o kadar Kürt halkı bir daha kendi varlığından, halk ve ulus olmaktan gelen hakkından ve özgürlüğünden bahsedemez olacaktı. Yani bu tutsaklar şahsında halkın özgürlük mücadelesi bitirilecekti.
Özellikle önder kadroların da zindanda olmasından hareketle, PKK hareketini zindanlarda bitirebileceklerini düşündüler. Bu sebeple imha sürecini zindanlardan başlatarak dalga dalga tüm Kürdistan’a yaymayı önlerine koydular. Hareketin kadro ve kitlesinin ağırlıklı bölümünü oluşturan Diyarbakır Zindanı, bu amacın gerçekleştirilmesi için pilot alan olarak seçildi. Halkların varlık ve özgürlüklerinin büyük tehditler altında olduğu mekânlar, kamplar, zindanlar ya da toplama kampları vardır. Bu, kapitalist-emperyalist sistemin oluşturduğu evrensel düzeyde bir sistemdir ve birbirlerine benzerler. Fiziki ve psikolojik olarak uygulanan işkence yöntemleri, hücre cezaları, öldürme yöntemleri, topluma karşı işledikleri propaganda, özel savaş yöntemleri aynıdır. Auschwitz, Treblinka, Dachau… İnsanlığın korku dehlizleri, romanlara ve filmlere konu olan bu trajediler, insanın iliklerine kadar hissettirilmiştir.
Emperyalizmin vahşeti sadece Almanya ve Hitler faşizmi ile sınırlı değildir. Vietnam’da Saygon zindanlarında da tutsaklar şahsında tüm Vietnam halkının özgürlük davası bastırılmaktaydı. İran’da Evin Hapishanesi aynı işleve sahipti. Türkiye’de ise Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi, 12 Eylül faşist darbesinin Hitler faşist doktriniyle aynı zihniyeti taşıyan Kenan Evren ve ekibi tarafından işletiliyordu. Her şeyi kendileri ayarlamış, ortamı yaratmış, bir gece darbesiyle tüm Kürtleri, onun siyasal temsilcilerini, devrimci ve demokrat tüm muhalefeti zindanlara atmışlardı.
Düşmanın bu süreçteki esas aldığı şuydu: Kürdistan’dan ne kadar yoğun bir kitle koparılır, insansızlaştırma ne kadar ileri götürülürse; sistemli göçertme karşısında direnen güç de o denli zayıflayacak ve etkin direniş ile muhalefet odağı olmaktan çıkacaktı. Kenan Evren’in askeri cuntası, arkasına beş bin yıllık zalimlerin tecrübelerini almış, uluslararası emperyalist ve faşist metotları içselleştirmiş bir şekilde zindanlarda tutsakların üzerine gidiyordu. Önce teslim almak, “kural” adı altında yapmak istedikleri ise Türkleştirmeydi. Bu politikayı onursuzlaştırma, kişiliksizleştirme ve ihanet ettirme politikası ile beraber yürütüp, 5 Nolu’dan aldığı sonuç ile halk arasında da aynı politikaları uygulayacaklardı.
Bu faşizm halka özel olarak uyuşturucuyu, fuhuşu, ahlaki çöküntüyü dayatıp kitleleri saptırmayı esas aldı. İçten içe topluma dayatılan çürümenin etkisiyle kadın ticaretinden müziğe, giyimden esrara kadar her türlü yozlaştırıcı öğe insanların günlük yaşamına indirildi. Toplum üzerine bir karabasan gibi çöken 12 Eylül’ün ırkçı-faşist politikaları insanları adeta düşünemez, fikir üretemez, eleştiremez duruma getirdi. Toplumu her şeye boyun eğen, suskun ve tepkisiz yaşayan birer ölüye çevirmeyi amaçladılar.
Emperyalizm, diğer ülkelerde uyguladığı bütün yöntemlerden aldığı sonuçları burada da devreye soktu. Amaç, Türkleştirme politikalarını yeniden başlatmaktı. Teslimiyet politikasının ardından itirafçılık gündeme getirildi. Burada amaç sadece PKK’yi zayıflatmak değil; PKK mücadelesinin boş bir mücadele olduğunu, sonuçsuz bir yol olduğunu göstermek, buradan çıkacak gelişmeyle dışarıda kalanları etkilemek ve PKK ile birlikte yeniden dirilmeye başlamış olan Kürt ulusal devrimci umutlarını tümüyle yok etmekti.
Fakat zindanlarda uygulanan baskı ve vahşet, dünyada insanlığın ender tanıdığı türden baskılardan biriydi. Bu nedenle ona karşı gelişen direniş, yine insanlığın tanıdığı en soylu, en görkemli, en yüce mücadelelerden biri oldu. Bu bakımdan 5 Nolu’da, hücrelerde Mart–Mayıs 1981 tarihleri arası önemlidir. Direniş ile teslimiyet, ihanet ile zafer en keskin anlarıyla burada cereyan etti.
Kemal Pir’in “Dünyanın kalbi Ortadoğu’da, Ortadoğu’nun kalbi Kürdistan’da, Kürdistan’ın kalbi Diyarbakır’da atmaktadır” sözü, o dönemin çelişki ve çatışmasının merkezine işaret etmesi bakımından önemlidir. Düşmanın aralıksız işkenceleriyle geçen 1981’de, mahkemelerde yapılan hiçbir savunma sonuç vermedi. Mahkeme salonuna girene kadar devam eden işkencelere karşı PKK’nin öncü kadrolarının direnişi zafere doğru yol aldı.

Bu temelde 21 Mart 1982’de hücresinde üç kibrit çöpünü yakarak Newroz’u karşılayıp yaşamına son veren Mazlum Doğan, zindan karanlığında yaşamın nasıl temsil edilmesi gerektiğini gösterdi. Şehit Mazlum Doğan, siyasi anlamı derin olan eylemiyle zindan kitlesine “Yaşam ancak ölümle yaratılabilir” mesajını verdi. Onun eylemi, zindandaki teslimiyet ortamını parçalamada önemli bir kıvılcım oldu. Tutsaklar üzerinde büyük bir arayış ve cesaret dalgası yarattı.
Mazlum Doğan’ın şehadetinden sonra, Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin 17’yi 18’e bağlayan gece, Mayıs 1982’de el ele tutuşarak sloganlarla kendilerini yakıp, dünyada eşi az görülen bir eylem biçimiyle Mazlum’un yaktığı üç kibrit çöpünü bedenlerinde meşaleye dönüştürdüler. Dörtler’in eylemi de tüm görkemine rağmen teslimiyet ortamını parçalamaya yetmedi. Daha güçlü ve kitlesel bir eylem gerekiyordu.
Mazlum Doğan’ın o dönemde söylediği; “Cuntaya karşı sesimiz mutlaka kitlelere ulaştırılmalıdır” mesajı yol göstericiydi. Dörtler’in eylemi düşmanı şok etmişti. Bu süreçte itirafçıların partiye saldırıları, mücadeleyi ve Önderliği karalamalarının önüne geçmek, ihanete geçit vermemek, partiye sahip çıkarak savunmak, mahkemelerin karşısına siyasi, ulusal ve sınıfsal kimlikle çıkmak gerekiyordu.

Bu değerlendirmelerden sonra Ölüm Orucu kararı verildi ve M. Hayri Durmuş tarafından duruşmada açıklandı. Bu açıklama büyük bir öneme sahiptir. Sömürgecilerin kendi mahkemelerinde kadroyu ve onun şahsında tüm mücadeleyi yargılamak istediği bir süreçte bu karar, aslında yargılayanların PKK’nin öncü kadroları olduğunu gösterdi.
M. Hayri Durmuş’un ardından Şehit Ali Çiçek, “PKK bize teslimiyeti değil, direnişi öğretti. Ben de bugünden itibaren koşulsuz olarak ölüm orucuna giriyorum” dedi. Daha yerine geçmeden Kemal Pir, “Biz ölüme sevdalı insanlar değiliz. Yaşamı uğrunda ölecek kadar seviyoruz. Ama bu işkenceli yaşamda fikirlerimize ihanet dayatılıyor. Ben de bugün itibarıyla ölüm orucuna başlıyorum” diye açıkladı. Ardından birçok arkadaş daha katıldı. Hücrelere döndükten sonra Akif Yılmaz, daha sonra Mustafa Karasu da eyleme katıldı.
14 Temmuz Direnişi devam ederken düşmanın baskıları, direnişçileri yıldırma çabaları da sürdü. Tüm saldırılara ve özel savaş yöntemlerine rağmen Eylül ayında peş peşe yaşanan şehadetlerle eylem zafere ulaştı. 7 Eylül’de büyük enternasyonalist devrimci Kemal Pir, 12 Eylül’de M. Hayri Durmuş, 15 Eylül’de Akif Yılmaz, 17 Eylül’de ise en genç direnişçi Ali Çiçek şehit düştü. Böylece 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu 18 Eylül günü sonuçlandı.
Eylemin sonucunda savunma hakkı yaratıldı, işkenceler sınırlandırıldı ve zindanlarda yeni bir sürece girildi. Zindan Direnişleri, halk tarihimizde teslimiyet ve ihanete karşı partimizin devrimci tavrının somutlanması ve sonuç almasıdır. Daha sonra kalıntıları kalsa da esas olarak ihanet ve teslimiyet, zindan direnişleriyle yerle bir edilmiştir.
12 Eylül askeri cuntası, ihanet ve teslimiyet için düzenlediği 5 Nolu Cezaevi sistemiyle amacına ulaşamamış; aksine, oradan direniş ve mücadeleleriyle halk kahramanları çıkmıştır. Şehit Mazlum Doğan’ın “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” sözü, Amed Zindanı’nda yaptığı eylem ve yaktığı ateşle hepimiz için yolumuzu aydınlatacak bir özgürlük meşalesi olmuştur.
Bu direnişin meşalesini devralan yurtsever genç kadınlar olarak bize düşen de, bu ateşi gürleştirmek ve yeniden doğuşları yaratmaktır.”



